NİZAMETTİN DURAN 1975 Mezunumuz Eğitimci Yazar
Bugün çaylar benden
1983-84 Kasım-Aralık-Ocak-Şubat döneminde, vatani görevimiziçin Erzincan 59. Topçu Tugayındaydık. Askerliğimizi kısa dönem olarak yapacaktık... Bu kısa dönemdeaskerliğin tüm temel bilgi ve eğitimini aldık diyebiliriz.
Yemin töreni için hazırlıklar son hız devam ediyordu. Tören zamanı yaklaştıkça, hazırlıklar da yoğunlaşıyordu. Son durumu görmek için bölük komutanımızın önünden geçit töreni yapılacak ve askerin yürüyüşü hakkında bilgi alınacaktı.
Bölük, yürüyüş düzeninde geçerken, askerin ip gibi düzgün ve adımların kırılmadan hep birlikte bir ahenk, bir disiplin içinde atılması isteniyordu. Komutanın önünden geçerken yürüyüş nizamına uygun geçilmeliydi. Ne var ki bu, o kadar kolay olmuyordu. Arkadaşlarımızdan bazıları, heyecandan olsa gerek adımlarını aksayarak, adeta topal gibi atıyorlardı. Sırf bu birkaç kişinin yüzünden tabur başarısız oluyor ve yürüyüş tekrar ediliyordu… Geçiş defalarca tekrarlanıp durdu. Bir türlü yürüyüşünü düzeltemeyen askerlere, oldukça sinirlenen komutanımız, bir asker narasıyla kükredi:
“Ulan… bu yürüyüşü atlara bile öğretiyorlar atlara..!”
Askerlik bu… Acı tatlı güzel hatıralarla doludur. Günler bir şekilde geçiyordu. Askerlikte yemin töreni de vardı, gece eğitimi de, nöbet de, atış talimi ve başarılı atış yapanın çarşı izni ödülü alması da, mutfak görevi de… Hepsi vardı.
Bir cuma günü öğleden sonra, güneşin pırıl pırıl parladığı bir zamanda yanımıza aldığımız sırt çantalarımızı, bir düzen içinde, komutanımızın komutuyla açtık. Çamaşırlarımızı güneşlendirdik. Bir emirle, ayak ve ellerimizin tırnak ve temizlik kontrolü için hazırlandık; ayakkabılarımızı, çoraplarımızı çıkardık. Komutan sırayla kontrol ediyordu. Sol yanımda resim öğretmeni olan bir arkadaşım vardı. Deli doluydu, dürüst ve arkadaş canlısıydı. Koğuşta, yataklarımız da yan yanaydı. Bilgi alışverişinde bulunurduk. Genelde fikri tartışmalar geçerdi aramızda… Düşünceleri, sistemleri tartışırdık. Ona bir şeyi beğendirmek yahut kabul ettirmek pek mümkün olmuyordu. “Peki!” demiştim ona. “O zaman sen söyle nasıl bir yol takip edelim?” Marks’ın felsefesini önermişti. “İyi de, nihayetinde o da bir insan! İsabetli görüşleri de olabilir, yanılgıları da… Olası bir yanlış yolun peşinden bütün bir insanlığı sevk etmenin doğru olmadığını düşünüyorum. Yanılıyor muyum?” dedim. Sonra da şakaya getirerek, “Tanımadığın yabancı bir adamın peşinden gideceğine, bak ben senin arkadaşınım, benin peşime gel!”
İkimiz de gülmüştük. Sonra bana, “Sen ne düşünüyorsun?” diye sorunca, şöyle demiştim:
“İnsanlar akıllarını kullanacaklar… Elbette akıl bunun için vardır. Ancak bu nimet, bir başkasına ipotek edilmemelidir. Özgürce kullanılabilmelidir. Ben neden Karl Marks veya bir başkasının fikirlerine mahkûm olayım ki? O bir insan, ben de insanım. O düşünüyorsa, ben de düşünüyorum. O halde ben onun peşinden niye gideyim? O, benim peşimden gelsin, diyorum mesela…”devam ettim konuşmama: “Şaka bir yana, kendimi, yakınlarımı, arkadaşlarımı ve diğer insanları, hatalı olmama ihtimali sıfır olan bir sisteme ve düşünceye ben yönlendiremem. Başlarına gelebilecek bir tehlikeye sebep olduğum için korkarım! Ya kendi elimle onları ateşe atıyorsam diye… O zaman geriye bir şık kalıyor o da: Bizleri yoktan var eden varlığın her şeyi kuşatan bilgisine güvenmek, inanmak ve o doğrultuda yürümek… Başka da bir yol yoktur.”
Bunun üzerine, arkadaşım: “Ben onu tartışmam!” demişti.
***
Bir keresinde, bir eğitim sonrası çay molasında, ben öylesine, “Bugün benim doğum günüm” demiştim. Bunu duyan arkadaşım, o haftanın tamamında, “İyi ki doğdun Nizam!” deyip koluma da girerekçay ve tatlıtezgâhına doğru yürüyorduk… Tam bir hafta sürdü bu. Her gün eğitim alanında, iyi ki doğuyorduk da, bakalım muzip arkadaşımız bize nasıl bir sürpriz yapacak diye merak edip duruyorduk. Ne olabilirdi ki? Doğrusu aklımıza da bir şey gelmiyordu. Derken haftanın sonunda, “Bugün çaylar ve tatlılar benden!” demez mi? Şaşırdık tabi. “Hayrola, ne oldu?” diye takılınca, olanları anlattı: “Benim param bitmişti. Sen de ‘Bugün doğum günüm’ deyince gırgıra vurduk işte.” “Yuh olsun sana! Bir haftadır paran yoktu ve sen bunu bize söylemiyorsun.” demiştim.
İşte bu arkadaşımız, komutan onu kontrol ettikten sonra sıra bana gelmişti. Ben de ellerimi uzattım. Ayaklarım da hazırdı. Bu esnada arkadaşım, “Komutanım, bunu hiç kontrol etmenize gerek yok! Bunun ayakları benim yüzümden temiz; çünkü bu kış gününde, buz gibi çeşmede günde beş kere abdest alıyor!” demez mi?
Ben mahcup oldum, utandım ve başımı eğdim. Komutanımız da arkadaşımın bu sözü üzerine şöyle bir bakıp geçti…
Hepsini hayırla ve sevgiyle yâd ediyorum.
13.04.2015