NİZAMETTİN DURAN 1975 Mezunumuz Eğitimci Yazar
Rüzgâr eken fırtına biçer!
Övünmeye, böbürlenmeye gelince üstlerine yoktur; kimse geçemez onları! Teknik, ilerleme ve modernizmde kimse boy ölçüşemez onlarla. Pozitivist anlayışları çerçevesinde bir toplum inşa etmişler. Bu toplumda egemen olan kültür, ahlak ve tüm değerler bilimsellik üzerine temellendirilmiştir. Öyle ki bilim, burada eleştirilemez mutlak ölçü olarak bir tabu haline getirilmiştir.
Maneviyata ait hiçbir değerin hükmü geçmez burada. Sözü bile edilemez! Ne Tanrı’nın, ne dinin, ne ahlakın… Bu kavramların olmadığı ve hiçbir değer ifade etmediği bir yerde de merhamet, şefkat, sevgi, tesanüt, dayanışma ve samimiyetten neden bahsedilsin ki? Bu anlayışa göre kazanımlar, sadece bu yaşanan evrenle sınırlı değil miydi? Böyle olunca, yüksek değerleri ifade eden davranışları istemek de, gereksiz olacaktı elbet!
Aslında hiç de yabancısı olduğumuz bir yapı değildi bu! Tanıyoruz bunu; geçmişini, Cemaziyelevvelini biliyoruz. “Rönesans”ta karşımıza çıktı. "Aydınlanma Çağı" diye karşımıza çıktı... Hümanizm dedi, insanlık dedi, özgürlük, eşitlik ve bilim dedi karşımıza dikildi ve irrasyonalitenin içine gark etti zihinleri; rasyonalizm bağırtıları altında. Teknik dedi ve refah vadetti insanlığa… Mutluluk ve saadet beklentisini empoze etti beyinlere... Keşif üstüne keşif yaptı. Sanayi çağını başlattı… Üretimini arttırdı alabildiğine...
Böylece adına Avrupa dediğimiz coğrafi bölgenin ekonomik refahı o derece yükselmişti ki… Ancak ürettiklerini pazarlamaya gelince işler değişmişti o vakit... Alabildiğine üretim, alabildiğine tüketimi zorunlu hale getirdi haliyle. Üretilenlerin ihraç edilmesi gerekiyordu. Bunun için de her yol meşruydu artık. Çünkü Kapitalizm doğmuştu. Kapitalizmin bittiği yerde, beraberinde emperyalist düşünce yeşermez mi?
İşte o hesap, tüketime teşvik vazgeçilmezi oldu emperyalizmin... Yeterli miydi? Tabii ki değil! Bu, keyfe keder tüketime bırakılacak bir konu olamazdı. Zorunlu hale gelmeliydi... Hayati ihtiyaç olmalıydı yani.
İşte bu düşünceden hareketle silah endüstrisi gelişti/geliştirildi. Bununla dünyaya korku salındı. Dünya halkları üzerinde egemenlik kurmak amaçlandı.
Endüstri devrimi, sömürgeciliğin emperyalizme dönüşmüş şeklidir, diyebiliriz. Sömürgecilik, başka ülkenin topraklarına göz koymak, egemenliklerini tehdit etmek, kendi çıkarlarını, başka ülkenin halklarını mağdur ederek genişletmek istemekten başka nedir ki?
Budur sömürgecilik.. budur kapitalizm.. budur emperyalizm..
Bütün bu hastalıkları meşru görüp hazırlayan ve yayan pozitivist anlayıştır ki esasında, bugün Batı'nın içinde bulunduğu hastalıklı yapının da kaynağıdır. Ve bütün dünyanın barışını, huzurunu ve esenliğini tehdit eden de budur.
Düşünelim!
Dünyanın en güçlü silahları kimde? Dünyayı bir anda yok edebilecek teknolojiye sahip olan ülkeler hangileri? "Süper devlet" kimi tanımlıyor? Bu tanımlama, aklımıza, kendilerinin dışındaki ülkelerde sevgi ve kardeşliğin yaşanması için güllük gülistanlık ve barış ortamını hazırlamayı ve insani değerleri yerleştirmeyi amaç edinmiş ülkeleri mi getiriyor, yoksa insanlığı tehdit eden korkunç silahlara sahip ve onları pazarlamaya odaklanmış ülkeleri mi? Bunlar, bu ülkeler, "Hayırda yarışın!" ilahi emrine rağmen, hayır da mı yarışıyorlar, yoksa şerde mi?
Ne yapıyorlar ürettikleri silahları? “Modern Silahlar Müzesi”nde mi sergiliyorlar onları (?!), yoksa ne yapsak da, nasıl yapsak da şu silahları satsak derdindeler mi? Karınlarını doyurmaktan aciz nice ülkeler, bunların ürettiği modern silahları niye almaya kalkışsın, durup dururken?
Dünya halklarının kanlarını içen bu kan içiciler, dönen dolapların ve yapılanların görülmediğini mi sanıyorlar? Aslında onlar, içimizdeki aymazlardan daha iyi biliyorlar, kimin görüp kimin görmediğini! “Dünya Beş’ten büyüktür!” diyen devlet adamımızı hedef göstermeleri başka nasıl açıklanabilir?
Bu yapı ve anlayış içerisinde olanların, barıştan yana olabileceklerini düşünebiliyor musunuz? Ancak hesap etmedikleri ve planlamadıkları bir husus var: Allah’ın da bir hesabının olabileceğini… Ve savaş için yetiştirdikleri piyonların bir gün gelip onların inisiyatifinden çıkabileceğini ve serseri mayın gibi kendilerini vuracağını...
İşte o zaman kan vererek hortlattıkları Frankenstein'ları, kurgusunun gereği olarak kendilerine dönecektir!
Bunu anlamaları zaman alacaktır elbet. Son Belçika terörü karşısında bir şok yaşadıkları görülüyor; ancak teröristlerle ilgili bilgi, önceden, ülkemizin yetkilileri tarafından kendilerine bildirilmesine rağmen, bu kadar rahat olmaları, meselenin şaşırtıcı tarafıydı. Ne bir önlem aldılar, ne de umursadılar!
Anlaşılan o ki, beklemedikleri bir darbeyi, ummadıkları bir şekilde ve yine ummadıkları bir yerden aldılar. Galiba, asıl şaşkınlıkları da buradan kaynaklanıyor olsa gerek!
Bu beklemedikleri menfur olaydan sonra artık bilmeleri gerekir ki, eğer bu aymazlıktan uyanıp teröre karşı olan uyarıları dikkate almazlarsa, hem kendilerinin hem de diğer insanların daha çok canı yanacak ve bunun da vebali hiç şüphesiz, cinayetler karşısında sessiz kalan ve hatta canileri korumaya çalışanlarda olacaktır.
05.04.2016